9 Mayıs 2015 Cumartesi

Kinetik Sanat (Kinetic Art)

   Hareket olaylarını inceleyen bilim dalıdır. 20. yy.’ da Amerika’ da doğmuş olan Op’art duran ya da hareket halinde bulunan objelerin retina ile algılanması olayı denemelerini konu edinen bir sanat türüdür. Optik deyimi hareket olayını da kapsamaktadır. Böylece kinetik-optik deyimi birbirine yakın anlamda kullanılmaktadır. Kinetik sanat büyük ölçüde optik özellik göstermektedir.
Önceleri fizik ve kimya dallarında hareketle ilgili olayları tanımlamak için kullanılan kinetik sözcüğü 1945’ten sonra sanatçıları ilgilendirmeye başlamış, ışık ve hareket, plastik ve görsel sanatların tasvirinde estetik öğeler ve ifade araçları olmuştur. 1960’ ta kinetik, sanat kronolojisinin yayınlanışıyla sanat dilinde yer etmiştir.
Arkaik sanatların hareketsiz, blok gibi görünen heykelleri zamanla ve sanat anlayışlarına göre hareketlendirilmiş, barak sanat aşamasında hareket ve ışık temel sanatsal ifade öğeleri sayılmıştır. Bernini’nin Apollon ve Daphne, Prosperina’nın kaçırılması, daha sonraları Carheaux’un La Danse’i, Rude’ün Marseillaise grup heykellerinde hareket, ifadenin tümüyle bütünleyici elemanları olarak değerlendirilmiştir. Fütürist resim ve heykel sanatçısı Baccioni tümüyle hareket algısı veren mekanda tek fom sürekliliği adlı bronz heykelini, hareket olayını somutlaştırmak için yapmıştır.
Kinetik Sanat’ın Başlangıcı
Bauhaus, Rus Konstrüktivistleri, De Stilj hareketi ve daha yakın dönemlerden Alexandre Calder bu akımın kaynağını oluşturmaktadır. Kinetik sanat ilk kez konstrüktivistlerce ortaya atılmış ve bu sanat düşüncesini Pevsner ve Gabo kardeşler manifestolarında şöyle savunuyorlardı. “Sanatın Mısır’ dan gelme bin yıllık yanılgısından, sadece statik ritimlerden oluşabileceği yanılgısından kendimizi kurtarmalıyız. Çağımızın duyarlılığının ana biçimi olarak, sanatın en önemli unsurlarının kinetik ritimler olduğunu bildiriyoruz.” İlk kinetik heykel bu anlayışla 1920’ de N. Gabo tarafından yapılan “kinetik heykel: Yükselen ve Duran Dalga” dır.
Alexander Calder (1898-1976)
ABD’li heykelci ve ressam. Geliştirdiği Mobil’lerle heykel alanına hareket kavramını sokan sanatçıdır. 1923’de Newyork’ta sokak ve metrodaki insanların eskizlerini yapan Calder, tek bir çizgiyle hareket duygusunu yaratabilmiştir. Sirklerden de esinlenerek hayvan, akrobat ve palyaçoları işlediği desenler yapmıştır. 1925’de desenlerden yola çıkıp ilk tel heykelleri yapmaya başlamış, 1927’de devinen oyuncaklar üretmiştir. 1930’larda soyut konstrüksiyonları, portreleri ve tel heykelleriyle Amerika ve Paris’te ün kazandı. Mondrian’dan etkilenmiş ve “devinen modrianlar” üretmeyi amaçlamıştır. 1931’de Soyutlama – Yaratma Topluluğuna katılmış aynı yıl, figüratif olmayan ilk kinetik konstrüksiyonunu yapmıştır.
Calder’in elle yada motorla hareket edebilen yapıtlarını 1932’de Duchamp “mobil”ler olarak adlandırmış. Aynı yıl ARP’da sanatçının hareket etmeyen kuruluşları için “stabil”ler deyimini önermiştir. Daha sonra bu deyimler tüm diğer heykeller içinde kullanılır olmuştur.
1950’lerde kuleler diye adlandırdığı “duvar mobilleri” “çanlar” diye adlandırdığı “ses mobilleri” üretmiştir. 1959 tarihli stabil, ince siyah metalden yapılmış dört ayağa oturan bir korstrüksiyondur.
Komik ve fantastik olana sürekli ilgi duyan Calder yapıtlarında bu nitelikleri vermeye amaçlamıştır.

Sanatçının Eserleri:


La grande vitesse (1969)


 (1967)

1 Mayıs 2015 Cuma

Minimalizm (Minimal Art)

Minimalizm, modern sanat ve müzikte, kökeni 1960'lara giden, sadelik ve nesnelliği ön plana çıkaran bir akımdır. ABC Sanatı, Minimal Sanat gibi tabirlerle de anılır.
Görsel Sanatlarda Minimalizm
Soyut dışavurumculuğun biçime ve duyguya verdiği aşırı öneme karşı bir tepki olarak, nesnenin nesne olma özelliğine dikkat çekmek ve ifade, tarihsel, sembolik anlamlarını minimuma indirmek amacıyla hareket etmiştir. Minimalist sanatçılar, nesnelere ve nesnelliğe olan bu ilgi nedeniyle genellikle heykel üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu alandaki önemli isimler arasında Carl Andre, Sol LeWitt, Robert Morris, Richard Serra, Donald Judd, Dan Flavin sayılabilir. Süreç sanatı, arazi sanatı, performans sanatı ve enstalasyon sanatı minimalizmden etkilenerek ortaya çıkmıştır.


Richard Serra, "Berlin Eğrileri" (1986, çelik) Berlin

Ludwig Mies van der Rohe'in restore ettiği barselona'daki German Pavilion


Hard-Edge






















  • 1960’larda  ABD’de etkin olan ve Op Art’tan türemiş bir akımdır.
  • Nesnel olmayan bir anlayışla tuval geometrik form ve çizgilerle bölünür. Geniş renkli alanlar ve keskin formlar akımın temel özellikleridir.
  • Sanatçılar genellikle parlak metalik renkler ve akışkanlığından yararlanmak için akrilik boya kullanırlar.
  • Tuvali bantlarla geometrik form ve çizgilerle bölmüşler, keskin köşeler elde etmişler, boyayı uyguladıktan sonra bantları çıkarmışlardır.
  • Bu stil, Kasimir Malevich, Wassily Kandinsky, Theo van Doesburg ve Piet Mondrian’ın erken tarihli eserlerinden ilham almıştır.
  • Barnett Newman’ın (1905-1970) yüzey bütünlüğünü dikey ve yatay çizgilerle bölümlere ayırması  Hard Edge akımının habercisi olmuştur.
  • Sert Kenar ya da Kesin Sınır anlamına gelen bu eğilimde renk, kenarları net bir biçimde sınırlandırılmış yüzeyler içinde kullanılmıştır.
  •  Barnett Newman, Ad Reinhardt, Robert Motherwell 1960’larda Soyut Dışavurumculuk içinde yer alan bu eğilimin önemli temsilcileridir.
  • Hard Edge, Geç Resimsel Soyutlama ile Minimalizm arasında aracı bir eğilimdir.
  • Josef Albers,  Robert Indiana, Ellsworth Kelly,  Kenneth Noland, Ad Reinhardt,  Bridget Riley,  Jeffrey Steele, Frank Stella, Victor Vasarely bu akım ile ilişkilendirilen sanatçılardır.


Robert Indiana (1928)

1928 doğumlu Robert Indiana, assamblaj sanatı, Sert Kenar Resmi ve Pop Art’a katkılarda bulunmuş bir sanatçıdır. “İşaretlerin ressamı” diye anılır. Amerikan kimliğinin, şahsi tarihinin, soyut olanın ve dilin gücünün ağır bastığı eserler vermiştir. Sahne kostüm ve dekoru da tasarlamıştır. Eserlerinde yazıyı kullanacak genç sanatçıların öncüsü olmuştur.








Sanatçının Eserleri


Robert Indiana, Love, Pul. Indiana’nın en ünlü eseri L0VE ilk olarak 1958’de Indiana’nın şiirlerinde ortaya çıktı. Daha sonra Sevgi Tanrı’dır (Love is God) yazan tablosunda, 1964 yılında ise kırmızı-yeşil-mavi renklerle MOMA için Noel kartı olarak kullandı. İlk kez 1973 yılında 8 cent’lik pulun üzerine basıldı ve LOVE pulları serisi devam etti. Pek çok teknikle tekrarladığı Love’ın serigrafik ilk üretimini 1966 yılında yaptı. Anıtsal Love heykelleri bir çok noktada yerini aldı, logo olarak kullanıldı.
Robert Indiana, Love, Pul.
Indiana’nın en ünlü eseri L0VE ilk olarak 1958’de Indiana’nın şiirlerinde ortaya çıktı. Daha sonra Sevgi Tanrı’dır (Love is God) yazan tablosunda, 1964 yılında ise kırmızı-yeşil-mavi renklerle MOMA için Noel kartı olarak kullandı. İlk kez 1973 yılında 8 cent’lik pulun üzerine basıldı ve LOVE pulları serisi devam etti. Pek çok teknikle tekrarladığı Love’ın serigrafik ilk üretimini 1966 yılında yaptı. Anıtsal Love heykelleri bir çok noktada yerini aldı, logo olarak kullanıldı.
New York, 6. Cadde’de iki Love heykeli.
New York, 6. Cadde’de iki Love heykeli.

Robert Indiana, Ahava, İbranice Love, 1977. Israel Museum Art Garden, Kudüs. Fotoğraf:www.flicker.com
Robert Indiana, Ahava, İbranice Love, 1977.
Israel Museum Art Garden, Kudüs.

24 Nisan 2015 Cuma

Pop-Art

II. Dünya savaşından sonra meydana gelen köklü değişimlerin bir getirisidir. Tüketimi çekici hale getirmek için reklamlar, renkli afişler, hatta resimli dergi ve romanlar kullanılmaya başlanır. Pop Art Sanatı tüketime yardımcı bir reklam aracı olarak doğar, gelişir. Claes Oldenburg bu sanatın öncüsü olmuştur. 20. yüzyılın en sıra dışı sanat hareketi kübizm ve pop art'tı; her ikisi de dönemlerinin kabul gören ve gün geçtikçe rutinleşen sanat akımlarına karşı oluşmuş olan isyanın meyveleriydi.
Kübizm, ekspresyonistlerin fazla uysal ve teslimiyetçi olduklarını söyleyerek ortaya çıkmış, pop art ise soyut sanatın yapmacıklıktan yıkıldığını iddia ederek patlamıştı, aynen verdiği ses gibi: Pop!
Bu, bazılarına göre ‘popüler' kelimesinin özeti iken, bazıları için patlayan bir şampanyanın çıkardığı sesi ifade ediyordu. Çok da yanlış bir tanımlama değil aslına bakarsanız, ama o dönemde çıkardığı gürültüyü göz önüne aldığınızda şampanya bile hafif kalır.
Pop art'ın hikayesi 1956'da İngiltere'de başlar: 
Dönemin çılgın sanatçılarından Richard Hamilton, bilmecemsi, karmaşık, acayip bir kolaj yapar ve adını da “Just what is that makes today's homes so different, so appealing?” koyar. Tablodaki her şey son derece alaycı ve ironiktir; modern dünyayı simgeleyen garip eşyalarla dolu bir salonun ortasında kas manyağı olmuş bir adam durmaktadır, elinde muhtemelen halter niyetine taşıdığı dev bir topitop vardır, kanepede ise kafasına abajur geçirmiş çıplak bir arka sayfa güzeli sakin sakin hayallere dalmıştır. O dönem için son derece aykırı bir çalışmadır bu; pek çok insan nefesini tutar ve merakla neler olacağını beklemeye başlar.
Beklenen patlama 60'larda Amerika'dan gelir. O günlerde pek popüler olan sadelik kumkuması minimalizm, böyle renkli ve canlı bir akımın karşısında fazla bir şey yapamaz tabii ki, kaderine küsüp kenara çekilir. Pop art'ın tartışmasız lideri Andy Warhol ve Roy Lichtenstein, Claes Oldenbourg, Keith Haring gibi diğer pop art duayenleri, akademik sanatın gelenekleriyle hemen hemen tüm bağları koparırlar ve soyuta da sırtlarını dönerek halka gerçeği olduğu gibi sunarlar.
New York dev bir atölyeden farksızdır artık, şehirle birlikte ona bağlı tüm değerler de sanatın içindedir. Araba ilahlaşmış, cinsellik alenileşmiş, konserveler, pizzalar, patlamış mısırlar ikonlaşmış, sinema ise düşler ve yıldızlar üretmeye yarayan mükemmel bir makine olmuştur. Çizgi roman başta olmak üzere, medya ve sinema pop artçılar için önemli bir esin kaynağı haline gelmiştir.
Kendini kabul ettiren şey sıradan bir sanat akımı değil, tam anlamıyla bir ‘hayat tarzı'dır.
Pop art'ın kült ismi Andy Warhol ise New York'ta kurduğu ve “Factory” adını verdiği atölyesinde sade yaratıcılığın sınırlarını aşıp türlü yeniliklere imza atar.
Parlak renklerle adeta badana yapılmış Marilyn Monroe, Elvis Presley, Elizabeth Taylor portreleri büyük sansasyon yaratır, Lou Reed'in adıyla anılan rock grubu Velvet Underground'un ilk albümlerinin kapaklarını tasarlar, Coca Cola şişelerini, Campbell's çorbalarının ve Heinz ketçaplarının kutularını boyar. “Tüketim toplumu” olarak bilinen kavram, Warhol için tükenmek bilmeyen bir esin kaynağıdır, bu oburluğu küçümsemek komik olur, zira bütün bu ‘sanat eserleri' daha sonra koleksiyonlarda, galerilerde ve hatta müzelerde baş tacı edilir.
Çizgi roman karelerinin duvarlarımıza kazandırılması ise Roy Lichtenstein sayesinde olur. Aslında Lichtenstein bir çizgi roman çizeri değildi, yaptığı şey geniş açı klişeler çizmekti:
Aşk acısıyla ağlayan kadınlar, bir tartışmanın ortasındaki çiftler, alevler içindeki uçaklardan atlayan pilotlar...Bu klişeleri, ses efektleriyle ve konuşma balonlarıyla da süsleyerek öncesi ve sonrası olan gerçek çizgi roman kareleri yaratıyordu. Bütün diğer pop artçılar gibi, kopyanın kopyasının kopyasını yapan Roy Lichtenstein, pop art'ı gayet güzel özetliyor:
“Şehirde bir ağacın önüne oturamam, çünkü şehirlerde hiç ağaç yok. Ve bir ağacı düşündüğümde, ağacın medya (filmler, fotoğraflar, reklamlar vs) tarafından yapılan taklididir aslında aklıma gelen. Ben nesnenin kendisinden çok, taklidini algılarım.”
Claes Oldenbourg ise tam boyutlarıyla oluşturulan ünlü süper-market-galeri “Store”da, gıda maddelerinin ve tanıdık nesnelerin taklitlerini sunar. Bu durum sadece resim, sinema ve müzik dünyasını değil, tasarımcıları da büyük ölçüde etkileyecektir.
Diğer taraftan İngiltere de boş durmaz; 50'li ve 60'lı yılların Londrası, çılgınlar gibi pop art çağını kutlamaktadır, Peter Blake'in Elvis Presley ve Beatles için yaptığı muhteşem albüm kapakları, Brigitte Bardot için hazırladığı illüstrasyonlar tüm dünyayı etkilemiş, pop tutkusunu zirveye çıkarmıştır.







Post-Painterly Abstraction





Renk alanı resmi ('Color field painting', Clement Greenberg'ün sonradan kullandığı bir terim olarak Geç-resimsel soyutlama, 'Post-painterly abstraction'), 1950'lerde Mark Rothko, Barnett Newman ve Clyfford Still gibi soyut dışavurumcu ressamları tanımlamak için kullanılmıştır. 
Genelde kompozisyon, büyük alanların tek ve düz bir renkle kapatılmasıyla oluşturulur. Amaç, resmi duygu, mitoloji ve inançlardan arındırmaktı. 1960'larda Helen Frankenthaler, Morris Louis, Kenneth Noland bu isimlere katılmışlardır. 1964'te Clement Greenberg'ün Geç-resimsel soyutlama (Post-painterly Abstraction) isimli bir sergi hazırlaması nedeniyle 1960 nesilindeki ressamların tarzı için geç-resimsel soyutlama terimi de kullanılmıştır.





Renk Alanı Resmi Sanatçıları


Edward Avedisian
Walter Darby Bannard
Jack Bush
Dan Christensen
Gene Davis
Ronald Davis
Richard Diebenkorn
Thomas Downing
Friedel Dzubas



Jack Bush (1909-1977)

Erken aşamalarında Charles Konfor ve Yediler Grubu'nun çalışmalarından etkilenmiştir. 1930'larda Ticari Sanat ve Gece adlı çalışmalarını Ontario College of Art'ta ilerletmiştir. New York'ta gördüğü American Abstract Expressionists'ten sonra brandası değişmiştir.
Bush 1950ler boyunca soyutlama üzerine çalıştı ve geliştirdi.Bush 1950'ler boyunca soyutlama işini ve yaklaşım geliştirdi. O Ressamlar Eleven, Kanada'da soyut resim teşvik etmek 1953 yılında William Ronald tarafından kurulan grubun bir üyesiydi ve yakında Amerikan sanat eleştirmeni Clement Greenberg onun sanatında teşvik edilmiştir. Ilk başta Kritik, Greenberg Bush'a bir rehber oldu ve onun palet, tekniğini ve yaklaşımını rafine onu teşvik etti. Greenberg rehberlik sonucunda, Bush yakından Color Field Painting bağlı hale geldi. Bush Jules Olitski Kenneth Noland ve aynı zamanda Anthony Caro gibi renk alanı ile ilişkili sanatçılar ile arkadaş oldu. Ressamlar Eleven 1960 yılında dağıldı gibi, Bush'un geçti ve sonunda bu gruptan gelmek için daha başarılı sanatçılarından biri oldu.

Jack Bush 1967 44 São Paulo Sanat Bienali Kanada temsil ve 1976 yılında Ontario Sanat Galerisi eserinin büyük bir retrospektif gezdi. O oğlu Terry, en iyi şarkı için "Belki Yarın", Littlest Hobo için tema bilinen ödüllü bir jingle yazarı olarak Ocak 1977 Toronto 24 yılında öldü.

Sanatçının Eserleri


Pinched Orange, Aralık 1964
Collection of Audrey and David Mirvish, Toronto.



Grey V - Jack Bush

Soyut Ekspresyonizm (Absract Expressionism)

Soyut Ekspresyonizm'in öncüleri, birbirleriyle karşılıklı ilişkileri olan kimselerdi. Bunlardan biri olan Tobey, Amerika'nın batı kıyılarındaki Seattle'da yaşamış ve yapıtlarını bu kentte vermişti; ancak onun tüm çalışmaları New York'ta da biliniyordu. Söz konusu öncülerin diğerleri New York'luydu. Bunların hiçbiri genç değildi; Soyut Ekspresyonizm'in en önemli yılı olan 1948'de ortalama yaşları kırkın üzerindeydi: Tobey 58, Rothko 45, de Kooning ve Still 44, Gorky ve Newman 43 (Gorky aynı yıl intihar etti), Kline 38, Pollock ve Motherwell 35 yaşındaydılar. Gorky, de Kooning ve Rothko birer göçmendi; de Kooning ülkeye öğrenim görmüş bir ressam olarak, yirmi yaşlarındayken gelmişti. Diğer ikisi ise daha küçük yaşta Amerika'ya göç etmişlerdi. Jackson Pollock, boyaları damlalar halinde akıtarak, bir önceki yıl yaptığı resimlerini, Ocak 1948'de ilk kez sergiledi. De Kooning'in sonradan söylediği gibi bu resimlerle Pollock adeta "buzları eritmişti", ve resimlerdeki simgelerle bunları ortaya çıkaran resim yapma eylemi, bu akımın dışında kalan ressamların yeni sanatı anlamalarına yol açmıştı.
Bunlar, ressamın yere serilen geniş tuvaller üzerine bir teneke kutudan ya da bir ölçekten boyayı damlatarak, dökerek yaptığı resimlerdi. Tuval üzerindeki izler, ona çeşitli açılardan yaklaşan, kolunu çeşitli yönlerde sallayarak, elini tuval yüzeyinde dolaştırarak boyayı saçan ressamın hareketlerini kaydetmiş oluyordu. Beyin, ruh, göz ve el; boya ve resim yapılan yüzey birbirleriyle adeta candan bir kaynaşma halindeydi. Resim, doğrudan doğruya ya da simgesel bir biçimde `temsil edilen şey' olmaktan çıkmış; ressamınhareketlerinin izlerini taşıyan, onun anlatmak istediklerini boyanın `izleri'yle ortaya koyan ve bir zaman süreci içinde onun tüm hareketlerinin aynı andaki `hareketsizliği'ni veren bir alan olmuştu. Dünyanın her yerindeki eleştirmenler, bu sanatı sarsıcı olarak nitelediler. Onların bu tutumları daha sonra modern sanatı tapma derecesinde yüceltmeleri kadar tuhaftır. Haber patlar patlamaz pek çok genç ressam, bu öncü sanatla ilişki kurdu ve boyayı yabanıl yöntemlerle kullanarak, duygularını bireysel olarak ifade etme yollarını aradılar.
Soyut Ekspresyonizmi destekleyen eleştirmenler, bu akımın amacını başarılı bir şekilde şu yalın açıklamayla çevreye aşılamışlardır: 'Modern sanatı kısıtlayabilecek bütün geleneklerden kaçınarak kişinin en derin ve en umursamaz bir biçimde kendini ifade edebilmesi ve bunu sağlamak için gerekirse ressamın bütün bedeni ve gücüyle bu sürece katılabilmesi.'


Jackson Pollock (1912-1956)
 Soyut dışavurumcu ressam, 20. yüzyılın en önemli sanatçılarındadır. Damlatma tekniği (drip painting) ile boya karıştırma, fırça kullanımı gibi alışılagelmiş uygulamaları bir kenara bırakmış, yere serdiği devasa boyutlardaki tuval bezleri üzerinde hareket ederek boyayı dökme, damlatma, fırlatma suretiyle sonradan aksiyon/hareket resmi adı verilen resimler yapmıştır. Bu özelliğinden ve 'kötü adam' imajından ötürü Jack the Dripper lakabıyla da anılmıştır. 
1951'den sonra koleksiyonerler ve galerilerden daha değişik resimler yapması için baskılar gelmeye başlamış, bu baskılar karşısında Pollock'un varolan alkol sorunu daha da büyümüş, resimleri karanlıklaşıp figüratif öğeleri de kapsamaya başlamıştır. 1956'da yaptığı araba kazası sonucu ölmüştür. Harekete ve sürece verdiği beden sanatı, süreç sanatı, performans sanatı, Fluxus, happening'ler gibi birçok çağdaş akımın temelini hazırlamıştır.

Sanatçının Eserleri



Animals and Figures

Mask

17 Nisan 2015 Cuma

Surrealism (Gerçeküstücülük)

Gerçeküstücülük anlamına gelen Sürrealizm, Fransa’da ortaya çıkmıştır. Akımın ortaya çıkmasındaki en büyük etken Dadaizm akımıdır. Sürrealizm’in kurucusu André Breton’’dur. Breton, 1924 yılında Sürrealizm’in ilkelerini “ Sürrealizm Manifesto” adı altında hazırlayarak insanlığa sunmuştur. Sigmund Freud’un fikirlerinden etkilenen André Breton bu fikirleri edebiyata sokarak insanı ve toplumu ele almıştır. Bilinçaltının fazlasıyla önemli olduğu Sürrealizm akımında otomatik yazı metodu kullanılmıştır.Sürrealistlere göre bilinçaltı; toplum, ahlak, din ve yasa gibi zorunluluk öğeleri ile oluşur. Bilinçaltını oluşturan etkiler ise çeşitli durumlarda ifşa olur. Rüyalar sürrealistlere göre tamamen bilinçaltından meydana gelmektedir. Freud’un psikanaliz fikirlerinden etkilenen gerçeküstücü sanatçılar, bilinçaltını ortaya çıkarmak gibi bir amaç edinmişlerdir. Freud, rüyaların didiklenmesi ile özellikle cinsel rüyaların çokluğunu toplumun bastırılmış hislerine, yasaların varlığına ve dinlerin bu konudaki tavırlarına bağlamaktadır. Sürrealistler de bu gibi rüyaların büyük bir gösterge olduğu ‘psikanaliz’ düşüncesinde hipnotizma büyük bir ortaya çıkarış yöntemidir. Sürrealistler de bu yöntemi belirleyerek ortaya çıkan verileri edebiyata aktarmışlardır.Sürrealizm, bu fikirlerinin yanı sıra dil ve üslup özellikleri ile de farklılık yaratmışlardır. Kapalı bir anlatım benimseyen sürrealistler herkes tarafından anlaşılır bir anlatımdan sakınmışlardır. Bunun yanı sıra sürrealistler noktalama işaretlerini de yok sayarak eserlerini kaleme almışlardır. Akılcılığa karşı çıkan sürrealistler içlerinden geldiği gibi yazma yöntemini kullanmışlardır. Bu şekilde aklın egemenliğine girmeden yazar kendisine sınırlar koymadan yazabilecektir. Gerçeküstücülük akımı 20. yüzyılın en önemli ve en etkin akımlarından biridir. Resim ve edebiyatın yanı sıra birçok sanat dalında sürrealist yapıtlar ortaya çıkmıştır Özellikle de ünlü ressam Salvador Dali, dikkat çekici resimleri ile sanata tarihine geçmeyi başarmıştır..
Salvador Dalí ( 1904 – 1989)    Salvador Dali 11 Mayıs 1904 'te İspanya'da Figueres isimli kentte (Katalonya bölgesinde) dünyaya geldi. Kendinden önce doğan ve ölen kardeşin ismini alan Dali, ailesinin evlatlarını kaybetmelerini kabullenememesini ve sürekli olarak takıntılı biçimde anılmasını hayatında önemli bir nokta olarak kaydediyor. Ailesinin tavrıyla birlikte doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürüdüğünü söyleyerek bu konunun hayatındaki yansımasını bize göstermiştir Dali. Tam da bu sebeple ailesinin dikkatini çekmek amacıyla farklı yollar aramış ve şımarık bir çocuk olan Dali'nin ilk yaptığı eserin adı ''Hasta Çocuk'' olmuştur. Devamında bir çok çalışma sergi Picasso'yla tanışması annesini kaybetmesi de eserlerine yansıyan hususlar olmaya devam etmiştir. Hemen herkesin bildiği Belleğin Azmi eseri özellikle en ünlü eseri olmuştur. Dalí, ressamlığın yanı sıra heykelcilik, fotoğrafçılık ve filmcilikle de ilgilenmiş, Amerikalı animasyoncu Walt Disney ile beraber yaptığı Destino adlı kısa çizgi film, 2003'te "en iyi kısa animasyon filmi" dalında Oscar adayı olmuştur. 1931 yılında Dalí, en meşhur eseri olan Belleğin Azmini yaptı. Yumuşak Saatler ya da Eriyen Saatler olarak da bilinen eserde, geniş bir kumsal manzarası önünde eriyen cep saatleri resmedilmiştir. Eser genel olarak, katı ve değişmez zaman kavramına karşı bir protesto olarak yorumlanır. Dalí sonradan bu resmin ilhamını, sıcak Ağustos güneşi altında erimekte olan bir Camembert peynirinden aldığını yazacaktı. Hiroşima'da patlayan atom bombasının gücünden çok etkilenmiş olan Dalí, hayatının bu dönemine "nükleer mistisizm" adını veriyordu. Yine bu dönemde Dalí, tuvale boya sıçratma, hologramlar, optik yanılgılar ve stereoskopi gibi pek çok değişik teknikle denemeler yaptı. Salvador Dali'yi, elbette eşi Gala'yla yaşadığı ilişkiler, dünyada yaşanan politik değişimler de oldukça etkilemişti. Dali'nin sansasyonel tavrı, söylediği sözler tabi ki sanatını etkiliyordu. her ne kadar politik tavrı değişim göstermiş ve insanların ve sanatçıların tepkisini çekse de yaptığı sergiler daha dikkatle izlenme olanağı bulmuştur. Onun farklı yapısı, dikkat çekici sözleri hatta bazen kötü bir üne kavuşması bile onun dolaylı reklamını yapmış ve bir çok insana ulaşmasını sağlamıştır. Gala'nın ölümünden sonra resim yapmayı nerdeyse bırakan Dali bir süre sonra son olan Serçenin Kuyruğu adlı tablo eserini yaptı. Dalí, 23 Ocak 1989'da kalp yetmezliğinden öldü ve Figueres'te Salvador Dali Müzesi mahzenine gömüldü.
Sanatçının Eserleri
Haşlanmış Fasulyeli Yumuşak Yapı (İç Savaş Öngörüsü)

Belleğin Azmi, 1931

10 Nisan 2015 Cuma

Pittura Metafisica (Metafizik Resim)

Düş ve bilinçaltı patlamalarına dayanan, savaşın  getirdiği yalnızlık ve huzursuzluk ortamının etkilerini gerçeküstü bir tutumla yansıtan Metafizik Resim (Fizikötesi Resim), genel anlamda bağlam ve nedenler üzerinde durmaktadır. 1917 yılında bir araya gelen Carlo Carra (1881-1966) ve Giorgio de Chirico (1888-1978) isimli İtalyan ressamlarca başlatılan akım İtalyanca'da Pittura Metafisica ismiyle yer almaktadır. Metafizik resimlerde genellikle abartılmış bir perspektifle sonsuzluğun ifadesi bulunmaktadır. Boş meydanlar kentler bazen bir insan figürüyle resmedilirken bazen de
kuklayı andıran hareketsiz  (cansız kukla ifadesi, yüzsüz) insanlarla resmedilmiştir Bu tasvirler yalnızlık, sonsuzluk, sınırsızlık duyguları uyandırırken eserlerde soğuk, solgun bir ışık,
gri ve kahverengi renkler melankolik bir görünüm vermektedir. Fütürizmin dinamikliğine karşı olarak doğan akım kübist arkaik (ilkel,primitif) öğeleri resimlerde kullanarak düş dünyasına girmiştir.
1922 yılından itibaren İtalyan sanatında çığır açanFizikötesi Resim 1920'lerin ortasına kadar yaşamıştır. Giorgio de Chirico 1930'larda daha gerçekçi resimler üzerine yoğunlaşmış fakat metafizik dönemindeki kadar başarılı olamamıştır. 1930'lardan sonra klasik üsluba yöneldiği ve eski üslubunu terk ettiği için eleştirilmiştir. Eserleri kendinden sonraki sürrealist (gerçeküstü) ressamları da etkilemiş ve "büyük öncü" olarak tanınmasını sağlamıştır.

Carlo Carrà (1881 - 1966) 
İtalyan ressamdır. Bölmeciliğin izini taşıyan natüralist bir resim anlayışını benimsedikten sonra, 1910’dan başlayarak fütürist harekete katılmıştır. Güçlü ve dinamik bir kurgusu olan tuvallerinde, duyumlarla imgelerin eşzamanlılığını kübizmin öğeleriyle birleştirdi. Ne var ki, eski ustaların yapıtlarını incelemesi, sonra da 1916'da Giorgio de Chirico ile karşılaşması, onu metafizik resim anlayışına bağlayabilecek çalışmalara yöneltti. Kapalı perspektifler ve mankenler, yerini 1920'den başlayarak figürlü kompozisyonlara, deniz manzaralarına ve kesin hatlarla çizilmiş, şiirsel manzara resimlerine bıraktı.




Sanatçının Eserleri


          Woman on the Balcony, 1912
The Funeral of the Anarchist Galli, 1911

2 Nisan 2015 Perşembe

DADA

    I. Dünya Savaşı yıllarında başlamış kültürel ve sanatsal bir akımdır. Dada Dünya Savaşının barbarlığına, sanat alanındaki ve gündelik hayattaki entelektüel katılığa ve erotizme bir protesto olmuştur. Mantıksızlık ve varolan sanatsal düzenlerin reddedilmesi Dada'nın ana karakteridir. Jean Arp, Richard Hülsenbeck, Tristan Tzara, Jacques Magnifico, Marcel Janco ve Emmy Hennings’in aralarında bulunduğu bir grup genç sanatçı ve savaş karşıtı 1916 yılında Zürih’te Hugo Ball’in açtığı kafede toplandı. Dada bildirisi de burada açıklandı. Dada isminin nereden geldiği konusunda kesin bilgi olmamakla beraber Fransızca ’da oyuncak tahta at anlamına gelen "Dada" bu kişilerin yarattığı edebi akımın ismi olarak seçildiği yönünde bir görüş vardır. Bu akım, dünyanın, insanların yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan bir felsefi yapıdan etkilenir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen boğuntu ve dengesizliğin akımıdır. Dada’cı yazarlar, kamuoyunu şaşkınlığa düşürmek ve sarsmak istiyorlardı. Yapıtlarında alışılmış estetikçiliğe Karşı çıkıyor,burjuva değerlerinin tiksinçliğini, pisliğini, iğrençliğini, berbatlığını, rezaletliğini vurguluyorlardı.Toplumda yerleşmiş anlam ve düzen kavramlarına karşı çıkarak dil ve biçimde yeni deneylere giriştiler. Çıkardıkları çok sayıda derginin içinde en önemlisi 1919-1924 arasında yayınlanan ve Andre Breton, Louis Aragon, Philippe Soupault, Paul Eluard ile Georges Ribemont-Dessaignes’in yazılarının yer aldığı "De Litterature" (dö Literatür)'dü. Dadacılık1922 sonrasında etkinliğini yitirmeye başladı. Dadacılar gerçeküstücülüğe (sürrealizm) yöneldi.     ‘Dadaizm’, yaratıcı ve soyut sanatı canlandırma, yeniden hareketlendirme arayışı içindedir. Dadaizm; Geleneksel sanata karşı olan estetik durumları, rastlantısallık sonucu oluşan olayları, kuralların olmayışını savunan; ve varolan sanat, savaş, toplum, gelenek, din ve ahlaki değerleri reddeden ve bunları hafife alan bir akımdır. 
 Tristan Tzara (1896-1963)
   Tristan Tzara Rumen asıllı Fransız şair, yazar, Dadacılık akımının kurucularından. Asıl adı Sami Rosenstock'dır. Dadacılık hareketinin adındaki "dada" kelimesini 1916 yılında arkadaşlarıyla birlikte Larousse sözlüğünün rastgele bir sayfasını açarak buldu Dadacı Manifesto aynı yıl Tristan Tzara tarafından yazıldı. Tamamen rastlantılara dayalı ve geleneksel yazın kurallarının dışında bir edebiyat anlayışı geliştiren Tzara, şiirlerini gazeteden kesilen sözcükleri bir şapkada karıştırıp rastgele çekerek oluşturmuştur. 1921'de Paris'e yerleşerek, André Breton, Philippe Soupault, Louis Aragon ve Paul Eluard gibi şair ve yazarlarla, dilin yapısında ve kullanımında yaptıkları değişik ve çarpıcı denemelerle kamuoyunu ve sanat çevrelerini sarstılar.
Dil ve estetik kurallarını, bunların denetlemesini, mantık dizgesini yok sayan ve sözcük anlamlarına değer vermeyen, alabildiğine bağımsız çağrışımlarla ilkel ve doğrudan anlatım biçimi arayan bir sanat akımı olan Dadacılık; dünyanın, insanlığın yaşadığı yıkımdan umutsuzluğa düşmüş, hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan anlayışa sahip bir felsefi yapıdan etkilenmiş, I. Dünya Savaşı'nın yarattığı umutsuzluktan, boğuntu ve dengesizlikten, burjuva değerleri karşısında duyduğu tiksintiden kaynaklanan protesto eylemleri yapan ve güvensizlik ve umutsuzluk içeren yıkıcı bir devinimdi. André Breton'un Dadacılıktan sıyrılması ve bir grup yazarın da bu sıyrılmayı taşkınlıkla dönemin kamuoyuna taşımasından sonra Dadaizm her ne kadar yaşatılmaya devam edilse de, Breton'un kurduğu Gerçeküstücülük etkisini arttırdıkça, Dadacılık da giderek ortadan kaybolmuştur. Tzara Dadacılık sonrası şiirlerini gerçeküstücülüğe yakın bir tarzda yazmıştır.

Dada Akımı Sonucu Ortaya Çıkan Eserler







26 Mart 2015 Perşembe

Synchronism

Amerikalı McDonald Wright ve Morgen Russel tarafından 1912 yılında, Delounay’ın ışık renkleriyle ilgili orfızm’ine paralel bir resim anlayışı olarak ortaya atılmıştır. Eugene Chevreupjin ışık teorileri (1839), İzlenimciler ile Yeni-izlenimciler’ce resim sanatının, yenilenmesine etken olmuşlardı. Senkronizm için de ayni tearcihlerden yararlanılmıştır. Morgen Russel “Renk ayni zamanda biçimdir ve eğer ben soyut bir çalışma yapıyorsam aranan biçime uygun optik bir renk kullanırım”. Aslında Delaunay’ın orfik resimleri ile senkromatik yapıtlar arasındaki ayrılık, çok azdır. Orfizm’de olduğu gibi senkronizmde de kübist yöntem uygulanmış, ancak doğal biçimlere başvurulmamıştır.
   Senkronizm renk ölçeklerine dayanır ve ilerleyen ritmik renk tonlarının azaltılması ile kullanılır.Bununla birlikte senkronist akım ele alınan konuyu, atmosferik perspektif tekniğini kullanarak sadece renk ve şekil üzerinde ifade etmekten de kaçınmaktadır. İlk senkronist eserler, o dönemin fovist eserleri ile de benzerlik göstermiştir.Senkronizme bağlı olan diğer Amerikalı ressamları sayacak olursak; Thomas Hart, Benton, Andrew Dasburg, Patrick Henry Bruce ve Albert Henry gibi sanatçılar bunların başında gelmektedir.

Stanton Macdonald-Wright (Eserleri)

1973.
1973.

Morgan Russell (Eserleri)

Cosmic Synchromy (1913-14)
1913-14, Synchromy in Orange

19 Mart 2015 Perşembe

Section D'or (Altın Oran)


     Section d’Or ( Fransızca’da “Altın Oran”) Puteaux Group olarak da bilinir. Ressamlar ve eleştirmenlerden oluşan bir gruptur.Kübizmden türemiş olan Orphism (Fransız şair Guillaume Apollinaire tarafından kullanılmıştır) ile ilişkilendirilmiştir. Orphizm, Kübizm'den doğan 20'nci yüzyıl sanat akımıdır (koyu renkleri ve kontrastları kullanmayı sürdüren, fakat Kübizm'den daha yumuşak bir stilde)1912’den 1914’e kadar faaliyet göstermişlerdir.1912’de grup ilk sergilerini Paris’teki Galerie la Boétie’de açtı. Ayrıca Section d’Or adını taşıyan kısa ömürlü bir dergi de yayınladılar. 1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla grup aktivitelerine son verdi.
Grubun adı ressam Jacques Villon tarafından önerilmiştir.Villon’un matematiksel oranların etkisine karşı olan ilgisi bunda etkili olmuştur. Bu oranlardan birisi de Altın Orandır. Grubun adı Kübist artistlerin geometrik formlara duyduğu ilgiyi temsil eder.
Ana üyeler Robert Delaunay, Marcel Duchamp, Raymond Duchamp-Villon, Albert Gleizes, Juan Gris, Roger de La Fresnaye, Fernand Léger, André Lhote, Louis Marcoussis, Jean Metzinger, Francis Picabia, ve André Dunoyer de Segonzac’tır.
Altın oranın doğuşu
l — Önce yıldız : Çizmiş olduğumuz beş köşeli geometrik yıldız
AEBMH, herhangi bir beş köşeli yıldız
değildir. Bu yıldız daire içine çizilen muntazam' yıldızdır.
 Altın oranı ilk olarak bu beş köşeli yıldızda görüyoruz.
Altın oranlardan 1000/618'i ele alalım.
Bu orana eşit olan ve muntazam beş köşeli yıldızda bulunan oranlan sıralayalım;
Doğal olarak, bu oranları yıldızların bütün doğrulan üzerinde bulmak mümkündür.
Yalnız bu oranları bütün muntazam beş köşeli yıldızlarda bulamayız. Bilirsiniz bazı ülkelerin bayraklarında şişman ve muntazam yıldızlara rastlanmaktadır. Bu yıldızlarda AB bir doğru olamayacağından, altın oran o yıldızlarda bulunmamaktadır.
2 — Ayrıca vermiş olduğumuz çiçek resmini Matila Ghyka adlı ünlü estetikçinin kitabındaki bir çiçek fotoğrafından düz çizgilerle kopya ettikten sonra kesik çizgilerle, katlanmış yaprakları doğrultarak beş köşeli yıldızı çizmiş bulunuyoruz. Bu şekle dikkat edecek olursak, bizim çizdiğimiz yıldızın uçlarıyla yıldızın ortasında oluşan beşge¬nin köşelerinin oluşturduğu noktalar insanı düşündürmüyor mu? Aslında kitabın yazan estetikçi de bu çiçeğin resmini kitabına, altın oranın doğada da var olduğunu anlatmak için koymuş bulunmaktadır.
                                               


  3 — Acaba insan vücudunda da altın oran yok mu?
Bunun karşılığını bir daire içine yerleştirilmiş olan insan resminde buluyoruz. Bu resim Agrippa tarafından yapılmış bir gravürden alınmıştır.Meric'in estetik kitabından aldık. Ancak aynı gravür Matila Ghyka'nın kitabında da mevcut. Bundan başka aynı kitapta bir insan fotoğrafının yer aldığını ve Agrippa'nın gravüründeki gibi duran bir insanın, başının, el uçlarının ve topuklarının, muntazam bir yıldızın beş köşesine geldiğini görüyoruz.
4 — insanın başında da oranların bulunduğunu estetik kitaplarından anlıyoruz. Funck-Hellet kitabında iki değişik misâle yer vermiştir. Burada yüzün birçok bölümlerinin altın orana uyduklarını göstermiştir. Matila Ghyka kitabına bu konuda, Leonardo da Vinci'nin bir desenini de koymuştur. Ayrıca kitabına iki insan yüzü fotoğrafı da koymuş ve yaptığı araştırmayı bir diyagram üzerinde gösterdikten sonra oranlan ve bu oranların altın orana uyduklarını açıklamıştır. Biz burada açıklanması daha kolay ve kısa olacağını düşünerek, insan başı için yapmış olduğumuz değişik bir denememizi koymayı uygun bulduk. Bu kadın başında ALK yatay doğrusu kadının tepesinden geçmektedir. B yatay doğrusu alnın üst köşesinden ve C yatay doğrusu da gözlerin bebeklerinden geçiyor. D yatay doğrusu dudakların birleştiği yerden geçerken, ENM doğrusu ise çenenin alt ucuna dokunmaktadır. Kadının başı; tepesine, şakaklarına ve çenesinin alt ucuna dokunan bir dikdörtgenin içine alınmıştır. Alttaki yatay doğruyu bölen G noktası burnun kenarına dokuna¬rak gözün tam ucuna varmaktadır. Şimdi altın oranlan söyleyelim:
    Buna göre yüzün üzerindeki bazı önemli noktalar, altın noktalardan geçtiği gibi, başı içine alan dikdörtgen de bir altın oran dikdörtgenidir.
5 — Altın sayılardan biri ve kitaplara göre en önemlisi 1.618'dir. Funck-Hellet "Bunun iki katına iki eklersek 5.236 sayısını buluruz. Buna 5 metre 236 santim diyecek olursak, Eski Mısır krallık ölçüsü kudenin (coudee) on katına varmış oluruz.", "Vasat insan boyunun 1.68 olduğu kabul edilirse, bununla Akropolis'teki Partenon'da uygulanan 1.618 sayısının birbirine benzemeleri de acaba garip bir rastlantı mıdır" diye sormaktadır.





12 Mart 2015 Perşembe

Der Blaue Reiter(Mavi Süvari)

Der Blaue Reiter (Mavi Süvari),Vassily Kandinsky ve Franz Marc'ın 1911'de Almanya'nın Münih şehrinde kurduğu ressamlar birliği.    Kandinsky ve Marc 1912'de, içinde plastik sanatlara ve müziğe yer verdikleri Der Blaue Reiter (Mavi Süvari) adında bir almanak yayınladılar ve iki sergi düzenlediler. Daha sonra Gabrielle Münter, Alexej Jawlensky, Marianne von Werefkin, Alfred Kubin, Paul Klee, Arnold Schönberg'in de katıldığı Mavi Süvarigrubunun bildirgesi, dönemin entelektüel ortamında oldukça yankı uyandırdı. Sanatçılar yeni bir tinsel çağı haber verdiler. Bildirgede on dört ana makale vardı. Bu metinlerde Kandinsky ilk kez sanatçının doğayı kavraması ve saf estetik birliğe yönelmesindeki yegane aracı olarak gördüğü "içsel gereklilik"ten bahsetti.1905'de kurulan Die Brücke (Köprü) adlı ressamlar birliği gibi, Mavi Süvari stili realizm,naturalizm ve izlenimciliğe karşıydı. Der Blaue Reiter'in 1912'de Münchner Galerie Thannhäuser'da yaptıkları sergiden sonra kendilerini uluslararası duyurmayı başardılar. Bunun üzerine Heinrich Campendonk, Robert Delauney ve Lionel Feininger bu guruba katıldılar.
Franz Moritz Wilhelm Marc (1880 – 1916), önde gelen bir dışavurumcu Alman ressamdır.
Babası Wilhelm, profesyonel bir manzara ressamı, annesi Sophie ise katı bir Kalvenciydi. Franz Marc, 1900 yılında Münih Güzel Sanatlar Akademisi'ne girdi. 1903 ve 1907 yıllarında bir müddet Paris'te bulundu. Bu dönemde Vincent van Gogh'un yapıtlarına duyduğu yakınlığı keşfetti.

Franz Marc, 1910 yılında ressam August Macke ile önemli bir arkadaşlık geliştirdi. 1911'de sanatçı Ağustosu Macke'yle önemli bir arkadaşlığı geliştirdi. 1911'de August Macke, Vasili Kandinski ve Münih Yeni Ressamlar Birliği'nden gelen diğer ressamlarla birlikte Mavi Atlılar grubunu kurdu.Aralık 1911 ile Ocak 1912 arasında ilk Mavi Atlılar sergisini Münih'teki Thannhauser Galerisi'nde düzenledi. Bu sergi, Alman dışavurumculuğunun doruk noktası oldu ve yapıtlar, Münih'in ardından Berlin, Köln, Hagen ve Frankfurt'ta da sergilendi. 1912 yılında, kendisini gelecekçilik ve renk kullanımı yönünden etkileyecek olan Fransız ressam Robert Delaunay ile tanıştı. Bu tanışıklığın ardından Marc, gelecekçilik ve kübizmden etkilenmeye başladı. Bu etkilenmeyle birlikte, sanatı gittikçe yalın ve soyut bir doğayı yansıtır oldu.I. Dünya Savaşı'nın Batı Cephesi'nde Fransa ve Alman İmparatorluğu arasında yapılan Verdun Savaşı'nda, Franz Marc da gönüllü olarak Alman ordusundaydı. 4 Mart 1916 günü, Verdun Savaşı'nın başlamasının üzerinden yaklaşık 1,5 hafta geçmişken, başına aldığı isabetin ardından hayatını kaybetti.Franz Marc, olgun yapıtlarının pek çoğunda genellikle doğal hâliyle hayvanları resmetti. Keskin bir basitlik, parlak ana renkler ve yoğun duygularla kübist yapıtlar ortaya koydu. Yapıtlarının bazılarında da (altmış tane civarı), gravür ve litografiyi kullandı. Marc'ın en iyi tanınan yapıtı muhtemelen, 1913'te yaptığı "Tierschicksale" adlı yapıtıdır. Resim, Basel'deki Basel Kunstmuseum'da sergilenmektedir. 1988'in Ekim ayında, Marc'ın bazı resimleri rekor ederlere satıldı. Londra'da Christie's sanat açık artırım evinde "Rote Rehe I" (Kızıl Geyik 1) adlı tablosu 3,3 milyon İngiliz Sterlini'ne satıldı. Bu rekoru, 1999'un Ekim ayında "Der Wasserfall" (Şelale) adlı tablosu kırdı. Dünyanın en eski ikinci açık artırım evi olan Sotheby's'de yapılan açık artırmada, bu tablo özel bir koleksiyoner tarafından 5,06 milyon İngiliz Sterlini'ne satın alındı. Bu fiyat, Franz Marc ve 20. yüzyıl Alman resim sanatı için verilmiş en yüksek fiyat oldu.
Sanatçının Eserleri
Girl with Cat (1912)
Tiger (1912)

5 Mart 2015 Perşembe

Futurism (Gelecekçilik)

Kökten ıslahatçı eserleri ve belki de daha çok nazariyeleriyle XX. yüzyıl başında ortaya çıkmış olan aşırı inkılâpçı bir İtalyan edebiyat ve sanat akımıdır.
Fütürizm’de Heykel ve Resim
Giacomo Balla, Carlo Carrra, Luigi russolo, Umberto Boccioni ve Gino Severini gibi ressamlar 1910′da kendi bildirgelerini yayımladılar. Bu sanatçılar o dönemde gelecekçi üslupta çalışmıyorlardı, ama “dinamik duyarlılık” (hareket) dedikleri şeyi yakalamaktan, “nesneyi ve onu çevreleyen atmosferi” betimlemekten ve “izleyiciyi resmin merkezine yerleştirmek”ten söz ediyorlardı. Bunları başarmak için önce kübist anlatımı benimsediler. Kübist resme özgü, biçimi çözümleme işleminin ötesine geçerek, çağdaş yaşamın dinamiğindeki duygusal karmaşayı vurguladılar. Kübistler; ölüdoğa, portre, figür ve manzara resmini yeğlerken, gelecekçiler “hareket” kavramıyla ilgilenerek hızlı otomobilleri, trenleri, yarışan motosikletleri, dansçıları ve hareket halindeki hayvanları ele aldılar. Hareketi çoğunlukla, nesnenin boş çizgilerini ritmik bir biçimde yineleyerek vermeye çalıştılar. Balla’nın ince bir alaycılık taşıyan “Tasmalı Köpeğin Dinamizmi” (1912, Buffalo Güzel Sanatlar Akademisi) ve “Hız: Hareketin Yolları-Dinamik Diziler” (1913, Modern Sanat Müzesi, New York) adlı yapıtları bu anlatımın tipik örnekleridir.
Kübistler gibi gelecekçiler de sanatlarında eşzamanlılığı yakalamaya çalıştılar. Ama kübistler, çözümledikleri nesnenin birkaç yüzünü birden aynı anda yansıtırken, gelecekçiler belli bir çevrede aynı anda gelişen her şeyi betimlemeye çalıştılar. Bunun en iyi örneği Boccioni’nin “Sokağın Gürültüsü Evi Etkiliyor”, (1911, Aşağı Saksonya Eyalet Galerisi, Hannover, Almanya) adalı yapıtıdır. Adından da belli olduğu gibi Boccioni bu resimde görsel duyuları olduğu kadar, işitsel duyuları da vermeye çalışmıştır.
Boccioni heykel sanatıyla da ilgilenerek 1912′de bir bildirge yayımladı. Ardından heykel yapmaya başladı, “Şişenin Uzaydaki Gelişimi” (1912, Modern Sanat Müzesi, New York) ve “Uzayda Sürekliliğin Benzersiz Biçimleri” (1913, Modern Sanat Müzesi, New York) gibi çok özgün yapıtlar ortaya koydu. Antonio Sant’Elia 1914′de mimarlık konusunda bir bildirge yayımladı. Mimarlığın kalıcı olmaması gerektiği doğrultusundaki düşüncesiyle 20. Yüzyılda gerçekleştirilen en fantastik yapıları sanki daha o zamandan görmüştü(örneğin 1972 Münih Olimpiyat Oyunları için mimar Frei Otto’nun yaptığı çadır strüktür). Ama 1916′da 1. Dünya Savaşı’nda bir çarpışmada öldü ve “Uçan Yapılar”ını hiçbir zaman gerçekleştiremedi.
Grup içindeki en etkili kişi olan Boccioni de aynı yıl öldü. Bu olaya, başka başka yerlere dağılan grup üyelerinin ilk ataklıklarının azalması ve savaş da eklenince, önemli bir tarihsel güç olarak ortaya çıkan gelecekçiliğin sonu geldi. Ama başlattıkları ve geliştirdikleri ilkeler başka yerlerdeki sanatçıları etkilemeye devam etti. Gelecekçilerin Nihilizmi, Dadacılığın gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Robert ve Sonia Delaunay ve daha başka orfist sanatçılar, Rusya’daki ışıncılar ve Suprematistler büyük ölçüde gelecekçilerin etkisi altında kaldılar. Davit ve Vladimir Burlyuk, Moskova’da Mayakovski ile birlikte gelecekçi bir grup oluşturdular. 1910′ların sonlarında Joseph Stella New York kentinde gelecekçiliği etkileyici bir biçimde kullandı.

Umberto Boccioni (1882-1916) 
Fütürizm akımının öncülerinden Boccioni, Roma’da sanat eğitimi aldı. Resimde farklı dalları denedi. Noktacılık akımı yani neo-impressionism üzerine dersler aldı. Paris’te bulunduğu sürede, herkes gibi o da izlenimcilikten etkilendi, hem impressionism hem de post-impressionism akımından eserler üretti. İtalya’ya geri döndüğünde arayışı devam ediyordu. Marinetti ile arkadaş oldu ve birlikte oluşturacakları Fütürizm yani Gelecekçilik akımı üzerine çalıştılar. Böylece Fütürizm 20.yy başlarında İtalya’da ortaya çıkıp, edebiyat ve sanat alanında diğer ülkeleride etkiledi. Fütürizm’i tanımlamak için Boccioni ve Marinetti’nin birlikte yazdığı manifesto, bu akımın faşizm ile bağdaşmasına sebep olacak anlamlar içerdi. Geçmişten gelen sanat anlayışına bir çizgi çekip, yepyeni bir anlayışa odaklandılar. Bu, resimde dinamizm ve hızı ana konu alan bir yönde, edebiyatta ise anlamlı cümlelere karşı durup, kelimelere özgürlüğü hedefleyen bir yönde gelişti. Boccioni Venedik ve Verona’da bulundu. Resim kadar heykele de önem verdi. Ancak sadece 34 yaşındayken, attan düşerek yaralandı ve hemen ertesi gün vefat etti.

Sanatçının Eserleri
Dynamism of a Soccer Player (1913)
Three Women, 1910

Die Brücke (Köprü)

  Die Brücke (Türkçe:Köprü), Dresden'de 1905'te kurulan Alman dışavurumcu sanat topluluğu. Kurucu üyeleri; Fritz Bleyl, Erich Heckel, Ernst Ludwig Kirchner ve Karl Schmidt-Rottluff olan topluluğa sonradan katılanlar ise; Emil Nolde, Max Pechstein ve Otto Mueller'dir. Bu akım, sanatla yaşam rasında bir yakınlık kurmayı amaçlar. 20. yüzyılda ortaya çıkan modern sanatın gelecekteki gelişmelerine temel oluşturan bu akım, dışavurumculuk akımını yaratmıştır.

Erich Heckel (1883-1970)
Alman dışavurumcu ressam, heykelci ve özgün baskı sanatçısı. Özellikle çıplak figürleri ve manzara resimleriyle tanınır. 1904'te Dresden'de mimarlık öğrenimi görürken tanıştığı Karl Schmidt-Rottluff, Fritz Bleyl ve Ernst Ludwig Kirchner ile birlikte 1905'te Die Brücke (köprü) grubunu kurdu. İlk yapıtları van Gogh'a duyduğu hayranlığı yansıtır. 1911'de Berlin'e yerleştikten sonra biçimci resimsel kompozisyonlara yöneldi. Bununla birlikte renk kullanımı ve çarpıtılmış mekân betimlemeleri aracılığıyla çarpıcı görüntüler yaratmayı başardı. "Göl Kıyısındaki Kadınlar" (1913; Wilhelm-Lehmbruck Müzesi, Duisburg, Almanya) adlı resmi gelecekçi ressamların kırılmış ışıklarla sağladıkları geçici etkilerin izlerini yansıtır.
Afrika heykeline duyduğu ilgiyi en iyi yansıtan örnekler arasında "Uyuyan Siyah Kadın" (1908: Schlafende Negerin) gibi ağaç oymalarıyla "Çömelen Kız" (1912; Sanatçının Koleksiyonu, Hemmenhofen, Almanya) adlı ahşap heykel sayılabilir.
I. Dünya Savaşı'nda sıhhiye olarak görev yapan Heckel'in savaş öncesi yapıtlarının büyük bölümü kaybolmuştur. 1920'den sonraki resimlerinde daha çok genel beğeniye dönük bir üslup görülür. Gene de yapıtları Nazilerce "yoz" olarak nitelendi (1937). II. Dünya Savaşı'ndan sonra emekli olana değin Karlsruhe'deki Sanat Akademisi'nde ders verdi (1949-56). 1963'te Münih, Berlin ve Stuttgart'ta adına toplu bir sergi düzenlendi.

In the Studio (Im Atelier)
In the Studio (Im Atelier)

Les Fauves

    1898-1908 yılları arasında Henri Matisse tarafından Fransa'da geliştirilen bir sanat akımıdır. En önemli özelliği, tüpten çıkmış gibi çiğ ve bağıran renklerin doğrudan kullanımıdır. Matisse, Derain ve Vlaminck'in Paris'te açtıkları bir sergide ilk kez duyulmuştur. 1905 yılında gercekleşen bu sergi modern resme birçok katkıda bulunmuştur. Sergiye gelenler daha önce hiç karşılaşmadıkları bir anlatımla karşılaşmışlardır. Tuval üzerine sürülmüş dogrudan renkler, bozuk perspektif gelenleri şaşırtmıştır. Sergide bulunan bir eleştirmen bu gruba fauve (vahşi hayvan) adını takmıştır. Akım adını buradan alır. 20. yy. in ilk sanat akimi olan fovizm Gustave Moreau'nun atölyesinden ayrılan bir gurup ressamın meydana getirdiği harekettir. Paris'te 1905 te sonbahar sergisinde sergilenen Henri Matisse ve bir kaç arkadaşının yapıtları Fransız eleştirmen Louis Vauxcelles tarafından vahşi hayvanlar, yırtıcı kuşlar anlamına gelen fauve sözcüğüyle ifade edilmiştir. Onlara göre; gerek ışık gerek uzaklık resimde yalnızca renkle gösterilir. Temiz ve düz renklerle resim saf ve arinmiş sadelikte olmalıdır. Çünkü; seyirci boyalı bir yüzeyden etkilenecek ve bu yüzeyde herzeyi bir bakışta kavratacak açık etkili ve duyguları saracak bicimde düzenlenecektir. Fovistler çarpıcı ve yoğunlaştırılmıs renk tonları ve nesnelerin deformasyonları ile uğraşmışlar; derinlik ışık gölge ve kontur resimden atılmıştır. Bunun yerine renk şiddetine önem vermişlerdir. fovizm çok kısa sürmesine rağmen etkisi büyük olmuştur. 
   1905 yılı yeni bir ressam kuşağının doğuşuna tanık oldu. Paris'te sonbahar Salonunda bir grup, Henri Matisse çevresinde kurulan bir sergi düzenledi. Üsluplarının çıplak yalınlığı ve parlak renk karşıtlıklarından (kontrastlarından) yapılmış olmaları nedeniyle, sergilenen bu resimler halkı ürküttü. En alışılagelmiş üslupta yapılmış olan bir çocuk büstü, Matisse, Marquet, Manguin, Camoin, van Dongen, Friesz, Puy, Vlaminck ve Derainin sergilenen bu resimleri arasında duruyordu; bunu gören eleştirmen Louis Vauxcelles şu sözleri söylemeden edemedi: "Fovların (vahşilerin) arasında bir Donatello". İşte Fovlar (Yabanıllar ya da Vahşiler) sözcüğü böyle doğdu ve kısa süre içinde öteki Fransız olmayan sanatçılar tarafından da benimsendi. Mimarlık öğrencilerinden oluşan bir grup, Die Brücke (Köprü) olarak bilinen ve esin kaynağı olarak Fovlarla aynı örneklere (Van Gogh, Gaugin ve Seurat) bakan bir sanatçı çevresi oluşturdular. Empresyonizmin simgelediği geleneksel gerçek kavramına karşı gösterdikleri hoşnutsuzluk, bu yeni kuşağın niteliğini belirlemektedir. Bu sanatçılar, dış görünüşlerin betimlenmesinin gerçeğin yalnız bir yüzünü içerdiğini, nesnelerin ruhuna inmediğini biliyorlardı. Onlar, hem gözlemledikleri nesnenin en ince ayrıntısına değin çözümlenmesinin, hem de düşünsel işlemlerin betimlenmesinin, varlığın tümünü anlatmakta yetersiz kaldığını anlamışlardı. Matisse buna şöyle bir çıkar yol buldu: "Her şeyden önce ulaşmak istediğim şey dışavurumdur. Dışavurum bence bir yüzü birdenbire canlandıran veya kendini şiddetli bir harekette gösteren bir coşkuda değil, herhangi bir resmin tümel örgütlenmesindedir. Nesnelerin kapladıkları mekan, bunların çevresindeki boşluk ve oranlar, hepsinin bu konuda payı vardır. Rengin başlıca amacı dışavuruma olabildiğince yardım etmektir". Nesne, resme doğrudan doğruya ve çarpıtılmadan katılması gereken duygular uyandırır. Burada amaç, duyularla algılanmış dış gerçeği, sanatçının içindeki gerçekle kaynaştırmaktır. Bu, Kandinskynin de sözünü ettiği gibi sanatsal bireşime (sentez) ulaşmak çabasıdır. 




Henri Matisse ( 1869- 1954) 

  Fransız ressam ve heykelci Henri Matisse, 20. yüzyılın en önemli sanatçılarından biridir. Fransa'nın Le Cateau kentinde doğdu. Babasının isteği üzerine kısa bir süre hukuk öğrenimi gördü. 20 yaşında geçirdiği şiddetli bir apandisit krizinin ardından resim yapmaya başladı. Daha sonra çalışmakta olduğu avukatlık bü¬rosundan ayrılarak resim öğrenimi görmek üzere Paris'e gitti. Orada dönemin genç öncü ressamlarıyla birlikte Gustave Moreau'nun atölyesinde çalışmaya başladı.

  Önceleri Paris'te Louvre Müzesi'nde gördüğü klasik resimleri kopya eden genç Matisse çok geçmeden izlenimci ressamların yapıtlarıyla tanıştı, izlenimcilerden, özellikle de Camille Pissarro'dan etkilenerek yeni denemelere girişti. Eskisine göre daha parlak ve çarpıcı renkler kullanmaya başladı. Özgün üslubunu oluşturma yolundaki ilk adım sayılan Akşam Yemeği Masası adlı yapıtı sergilendiğinde şiddetli eleştirilerle karşılaştı. 1905'te karısını model alarak yaptığı Şapkalı Kadın, bir bölümü yeşil, bir bölümü kırmızı saçları, yeşil ve leylak rengi fırça vuruşlarından oluşan çarpıcı yüzüyle izleyiciler ve eleştirmenler arasında büyük bir şaşkınlık ve tepkiye yol açtı. Matisse ve arkadaşları o zamana kadar görülmemiş derecede parlak ve göze batıcı renkler, koyu ve belirgin dış çizgiler kullanıyorlardı. Bir eleştirmen, görenlerin alaya aldığı bu resimleri yapanları les fauves yani "yabanıl hayvanlar" olarak niteleyince, bu yeni akım Fovizm (Fauvisme) adıyla anılmaya başlandı. Matisse kendi ülkesinde dışlanmakla birlikte başka ülkelerde tanınıp sevildi. New York, Moskova ve Berlin'de art arda açtığı sergiler geniş yankı uyandırdı. Fas, Cezayir, İtalya ve İspanya gezilerinde edindiği izlenimleri resimlerinde yansıttı. I. Dünya Savaşı yıllarında çalışmalarını Paris'te ve Nice'te sürdürdü. Matisse öteki fovist ressamlar gibi Dışavurumculuk ve Kübizm akımlarına ilgi duymadı. Yaşamı boyunca renklere duyduğu tutkuyu sürdürdü. Işık gölge oyunlarına yer vermedi. Ayrıntıları yalın fırça vuruşlarıyla biçimlendirdi. Mekânları klasik perspektif kurallarının dışında, düz ve derinliksiz bir biçimde çizdi. Resimlerinin tümünde hiç elden bırakmadığı eşsiz bir yalınlık ve duyarlılık egemendi. Yaşamının son yıllarını Vence'daki villasında hasta ve yalnız olarak geçirdi. Hastalığı sırasında kendisine bakan Dominiken rahibelerinin isteği üzerine NotreDame du Rosaire Şapeli'ne duvar resimleri yapmaya başladı. Hasta yatağında uzun bir sopanın ucuna takılmış pastel boyalarla yaptığı bu resimler sanat yaşamının en güzel yapıtları arasındadır (1947-51). Çok yönlü ve son derece üretken bir sanatçı olan Matisse taşbaskı, aside yedirme ve karma baskı teknikleriyle çok sayıda resim ve desen çalışması yaptı. Stephane Mallarme, Charles Pierre Baudelaire, James Joyce gibi ünlü şair ve yazarların kitaplarını resimledi, heykeller yaptı.


La Coiffeur
The Green Line